Tasarım,
sanat ve fikir kütüphanesi

Sylvia Plath

16.05.2018
Sayı 20

“Çünkü nerede olursam olayım –bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kafesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi eskimiş havamda bunalıyor olacaktım.”

Yazar: Asya Tuğçe Yaldız


Sylvia Plath; bütün ömrünü sırça bir fanusa sıkıştırıp galaksinin başka bir ucuna yuvarlayan, ölümün şairi olarak anılan, oysa yaşayarak ölmenin dehasında bir kadın şair...

1932 yılında Boston’da dünyaya gelen Plath, erken yaşta babasının ölümüyle beraber ilk kez karşılaştığı ölüm olgusunun etkilerini ömrünün sonuna dek hem özel, hem de edebi yaşamında taşımıştı. Öyle ki; hem bir gün yaşamını sonlandıracak intihar girişimleri, hem de şiirlerinde yer verdiği ölüm teması, Plath’in kişiliğindeki önemli analizler içerisinde yer almaktaydı. Otobiyografik bir okuma olarak değerlendirebileceğimiz “Sırça Fanus” isimli romanında da, Plath’in ölüme dönük yüzünü ve kurgunun ötesinde cereyan eden kendi yaşamını bulmamız mümkündü.

Çocukluğunda karşılaşmak zorunda kaldığı kaybın ardından, baba teması da sıkça şiirlerinde yer bulmuş, hatta öyle ki bazen nefret söylemleri içerisinde dahi yer almıştı. İntihar girişimleriyle ilgili olarak da bu kaybın etkisinde geliştiğine yönelik çıkarımlarda bulunulan Plath’in, sıklıkla babanın yokluğunu ele alırken agresif bir üslup kullandığı ve belki de bir ölümden kurtulmak adına başka bir ölüme sarıldığı görülmekteydi.

Plath yaşadığı süreçleri sıklıkla edebi yaşantısına taşırken, çocukluk dönemindeki travmaların da dışa vurulduğu bir anlatı biçimiyle, edebiyat dünyasında kendine yer bulmuştu. İlk şiirini henüz sekiz yaşındayken babasının ölümünün ardından yayınlamıştı. Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Plath, son derece disiplinli bir öğrencilik yaşamı geçirmiş ve aldığı burslarla eğitimini tamamlamıştı. Babasının hayatta olduğu dönemde kendisi ile mesafeli bir ilişkisi olduğunu öğrendiğimiz Plath, annesi ile de son derece zorlayıcı bir ilişki süreci geçirdiğini dile getirmişti. Özellikle ailesiyle yaşadığı sorunların bir dışavurumu olarak değerlendirebileceğimiz “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” adlı yapıtı ise çeşitli dergilerde yer alan öykülerinin derlemesinden oluşuyordu. Henüz öğrencilik yıllarında ilk kez hayatını sonlandırmak istediğinde bu hastalıklı ruh halinin aile yaşantısının bir getirisi olduğunu vurgulamıştı.

Üniversite yıllarında, yüzlerce şiirin sahibi başarılı bir kadın şair olarak, oldukça mükemmel bir hayata sahip gibi görünse de hayatı sürekli yaşadığı sinir krizleriyle çıkmazlara sürüklenmekteydi. Üstün zekâlı, dahi gibi sıfatlarla kendinden söz ettiren Plath, bu yıllarda üniversitede toplumsal kimlik üretimleri üzerinde çalışmış ve toplumsal cinsiyet konusuyla yakinen ilgilenmişti.


Çizer: Ethem Onur Bilgiç


Kendisi gibi şair olan eşi Ted Hughes’le 1956 yılında evlendiğinde, eş ve annelik gibi kimliklerle mücadelesine ket vurmuş gibi hissetmekte olan Plath, edebi kariyerine de katkısı olacağı düşüncesiyle bir çocuk dünyaya getirmiş, ne yazık ki aile yaşantısında yine de aradığı mutluluğu yakalayamamıştı. Kötü giden evliliklerinde, kısa süreli bir iyileşme süreci yaşarken ikinci çocuğunu da dünyaya getiren Plath, sıklıkla çocuklarıyla ilgilendiği zamanların dışında, sabah çocuklarının uyuduğu saatlerde çalışmalarını sürdürüp; bir yandan da eşi ile edebi bir rekabet içerisinde yer almıştı. Eşinin kendisini aldatması ardından asıl büyük depresyon süreci giren Plath için, boşanmalarının ardından trajik intihar süreci başlamıştı.

Yaşadığı dönemde her on yılda bir intihar girişiminde bulunduğunu dile getiren şair, üçüncü intihar denemesinde tam otuz yaşında aramızdan ayrıldı. Bir sabah çocukları uyurken, onların başucuna süt ve ekmek bırakarak son intihar girişiminde bulundu. Yine de ölümden ve yaşamla kurduğu ironik bağdan tereddütle,  doktoru aramalarını söyleyen bir not bıraktı. Fakat Plath’e belki de tahmininden oldukça geç bir zamanda ulaşılmış olması, onu hayata döndürmeye yetmedi.

Gaz fırını içerisine başını sokarak yaşamına son veren şair, edebiyat dünyasında kendinden sonra gelen pek çok kadın yazarın da yaşamında önemli izler bıraktı. Hatta öyle ki kimi kadın yazarların ölümünde “Sylvia Plath etkisi” olarak adlandırılan bir olgunun açığa çıkmasına sebep oldu. Bu etki özetle; kişisel üretimle deliliğin bağdaştığı bir anlayışı ve trajik bir sonun gelişini anlamayı hedeflemişti. Edebiyatımızın önemli kadın şairlerinden Nilgün Marmara’nın da ölümü bu sebepten dolayı Plath ile ilişkilendirildi.

Oysa ölüm ya da intihar; ne kadınlıkla ne de yazarlıkla ilişkilendirilebilecek bir durumdur. Psikolojik tahlillerde açıkça görülen ruh durumu, kendisini yaşamına son vermeye itmiş ve ardında büyük bir Plath yazını bırakmıştır. Sylvia Plath’in trajik hikayesini ise romantize etmek yerine, yalnızca onu ve eserlerini anlamak adına bilmemiz yeterli olacaktır.

Sayı 20
Kazım Şimşek Gökhan Demirdöğmez