Nuri Bilge Ceylan sinemasında, her filminde var olan Çehovyen tutumunu Shakespeare ile harmanlamış Kış Uykusun da. Ceylan’ın o mükemmeliyetçi görsel estetiğini koruyarak kurguda üstün bir düzeye ulaşıp edebi lezzet veren bir yapıta dönüşmüş film. Ataerkil toplumun yarı aydınını ve onun feodaliteden hiç kopmayan iktidar algısını ve “Beyaz Türk” kavramına çok derin bir eleştiri getiriyor.
Filmin adı “Kış Uykusu” sahiden 3 saat 15 dakika süren film adının hakkını veriyor ve o kış uykusunun miskinliğini, tedirginliğini ve hep bir arada kalmış olma durumunu veriyor izleyiciye. İlk sekansta “Kış Uykusu”; pencereden bakmakta olan Aydın’ın (Haluk Bilginer) kafasının içindedir ve kameranın arkadan yaklaşıp kafasının tüm ekranı kaplaması gibi bu uyku her yeri kaplamıştır. Artık Aydın’ın uykusu ona yakın herkese bulaşacaktır. Uyku, yaşarken ölmek haliyse eğer Aydın’ın her şeye hakim halleri de tam olarak yanında olanların heveslerini yaşarken öldürmesidir.
Film özetle; emekli tiyatrocu Aydın’ın; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'ya babasından yadigar kalan butik oteli işletmek ve babasının mallarına göz kulak olmak için geri dönmesi üzerine İstanbul’da ki elitist hayatını taşıdığı otelde ki hayatıdır. Aydın bu gözlerden ırak otelin içerisindeki gündelik yaşamıyla, hem yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak hem her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek geçirir.
Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan genç karısı Nihal (Melisa Sözen) ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla (Demet Akbağ). Aile olmayı başaramamış bir ailenin lideri konumundadır Aydın. Yanında olan kadınların hayatlarının her anına müdahale ederek onlara aslında özgürlük ve rahatlık verdiği fikrindedir. Ataerkil toplumu, kültüre bağlılığı ve dini eleştirirken en büyük ataerkilliği kendinin yaptığını kabullenmez. Tam bir tam olamamış entelektüel denilebilir Aydın için. Aydın kötü koca ve kötü bir kardeştir, karakter konuştukça daha iyi tanıtıyor kendini. Diyaloglar karakterlerin ağzına o kadar iyi oturmuş ki, ağızlarından kelimeler döküldükçe onların gerçek kişiler olduklarına ikna oluyor insan. Her seferinde bakışlarından öfkesi dışarı taşan Nihal, inanmak istediklerini felsefi tartışmalara konu etmek isteyen abla Necla ve geri kalmış ülkenin geri kalmış bir aydını olan “Aydın” o denli gerçekler ki sanki evinizde ki bir tartışmanın ortasında kalıyorsunuz.