Merhabalar, uzun süredir dilimize dolanan bir soruyla başlamak istiyoruz aslında. Muhabbete ve yolculuğa tam ortasından dahil olmak gerekirse: Ne zaman gitti tren?
Güzel sormuşsun (gülüyor...) Şimdi herkesin kendi treni var manevi olarak. Batı anlayışını düşünürsek hayat bir yolculuk sonuç itibariyle. Batılılar böyle düşünüyor; Doğulular olaya biraz daha döngüsel bakıyor. Onların treni biraz daha döngüsel gidiyor. Herkesin treni olduğundan bir süre sonra herkes kendi trenini kaçırmış hissediyor. Özellikle bizim ülkemizde bunu daha çok hissedersin. Haydarpaşa’ya gidiyorsun, tren kalmamış oluyor. Sonra hızlı tren diye bir icat çıkarıyorlar. Hızlandırma; yok etme. O da orda romantik bir fikir olarak duruyor. Bir tren fikri var orda. Vagonlar var. Vagonların rüyası dolmak her zaman. Biz şarkıda da söylemiştik bunu. Çok kötümser bir soru da değil bu. “Ne zaman gitti tren?” de inceden bir dalga geçmek de var. Hani gitmişse de gitmiştir ne yapalım yani de var orda. Çok da üzülmeyin yeni trenler her zaman geliyor aslında. O yeni trene ayak uydurmakla ilgili hayatın içindekiler. Trenler her zaman var. Gitmek için yapılmış çünkü. Sana kalmış; yakalarsın ya da yakalamazsın. Bizim şarkılarımızda yolculuk teması çok vardır. Yolculuk bitti diye bir şarkımız var mesela. Onda da aslında bir yolculuk biter yenisi başlar anlayışı var. Gezegende böyledir. İnsan gezegeni kendisiyle sınırlı sandığı için öyle bir şey olmuyor ama sakin olmakta fayda var. Ne zaman gitti tren dersen, tren yoksa vapur var derim. Yeter ki arabaya binme, biz toplu taşımadan yanayız... Daha çok insan tanırsın, daha güzel.
İçinden tren geçen şarkılar çalarken, hazır trenlerden de bahsederken; gerçek anlamda tren yolculuklarının sizin için ne ifade ettiğini soralım istiyorum.
Tren tabii diğerlerinden çok daha değişik bir taşıt. Romantik bir tarafı var bir kere. Hani eskiden daha zevkliydi bence tren yolculukları çünkü restoran, bar kısmı vardı. O zaman iyi oluyordu; gidiyordun orda biranı içiyordun. Eş dost binersin, kompartıman kapar gidersin falan. Romantik bir ortamı vardır. Araba biricikliği yoktur. Demiryolu her zaman özeldir. Bizim için de ayrı bir yeri var. Ben de yıllarca seyahat ettim. İzmit İstanbul arası gidip geldim. Bazen çok kalabalık olur; çok şikayet edersin ama tren daha halktır, halkçıdır. İnsanlara yakın durduğun bir enstrümandır. Bir enstrüman olarak da görüyorum ben onu. Doğrusu orda tek araba bireyciliği yoktur, taksi bireyciliği yoktur. Hani vapurla kıyaslanır da vapurla bir kardeşliği vardır. Uçak öyle değil mesela. Vapur ve tren ayrı yerde duruyor benim için. Dünyada da böyle. Ben Japonları çok severim. Sadece Japon değil de Asya kültürünü. Orda da tren hep önemlidir. Dolayısıyla halkçı olan her şey sıcak tınlar. Elitist bir tavrı yoktur. Hızlı treni falan ayırıyorum tabii.
Bindiniz mi hiç yeni trene?
Hayır, reddettik. Bir konser için binip gelir misiniz dediler, hayır dedik. Trenin hızlısı olmaz, doğasına aykırı. Sen etrafı seyretmedikten sonra, tadını çıkarmadıktan sonra ha uçağa binmişsin ha hızlı trene bir farkı yok. Trenin o kültürel varlığı da orda zaten. Sen orda yiyeceksin, içeceksin, konuşacaksın, yatacaksın, kitabını oku- yacaksın, etrafa bakacaksın, bir şeyler yazacaksın. Tren bunları sunar sana zaten. Hızlı tren nedir anlamadım yani. Bizimkilerin bunları yapmaya hakkı yok. Japonlar yapmış tamam ama Anadolu’da hızlı tren konsepti yabancı. Son zamanlarda her şey yabancılaşma üzerine kuruluyor, mantıksız. Mr. Spock’ın deyimiyle; ‘mantıksız’.
İlk albümün adı “Dipten ve Derinden”di. Ordaki ilk şarkı ise “İstanbul, İstanbul”. Kesmeşeker şarkılarında hep bir İstanbul anlatısı söz konusu. Şehir var bu anlatıda. Siz de şehirlerin sesleri olduğuna inanıyor musunuz?
Elbette. İlk albümün adı “Dipten ve Derinden”di, o sonra Kesmeşeker'in kaderi oldu. Dipten ve derinden giden bir grup oldu. Bilenimiz çok bildi, bilmeyenimiz hiç bilmedi. Arası olmadı. İstanbul İstanbul nerde yaşadığımız üzerine kuruluydu ve açılış parçası oldu. O da grubun kaderi gibi oldu. Şehirler çok önemli grup için de öyle, benim iki kitap var onlarda da görürsün. Çünkü ben şehir isimlerinin bir sihri bir tınısı olduğuna inanıyorum. Yani hiç görmeden bilmeden bir şehri sadece isminden dolayı sevebilirsiniz. Bende çok olur o. San Jose diye bir şehir var, gitmedim, görmedim. Amerika’nın güneyinde. İsim çok çağrışım yaratıyor o şehrin nasıl olabileceğine dair. Her ismin bir çağrışımı var iç içe geçmiş. Benim ismim Cenk seninki Asya işte. İnsanda da bir çağrışım var, isimler bir ön fikir verir. Şehirler de böyle. İçini doldurmakla ilgili. Kadıköy ilçe mesela ama Kadıköy diyince aklına ne geliyor? Daha özgür daha rahat bir yer geliyor benim aklıma, daha demokratik. Gençlerin olduğu bir yer geliyor. Şehirlerde de böyle isim olayı çok önemli. İnsanoğlu her şeye bir isim verir. Bu gezegenin bir ismi var. Sen dünya dersin o earth der. İsim olayı ses olayıdır. Müzik gibi bir nevi sihir. Frekans olayı, o frekansı gönderdiğin zaman başka bir kapı açıyorsun; beyinde de açıyorsun bu kapıyı. Müzik zaten bu işi binlerce yıldır yapıyor. Ses, kelimler, o harflerin bi araya gelerek oluşturdukları sihir şehir isimleri için de geçerli.
Kadıköy’ün özellikle son dönemlere baktığımızda çok göç aldığını görmekteyiz. Sokakların canlandığı, hareketlendiği yeni bir suret söz konusu. Eski Kadıköy’le yeni Kadıköy’ü karşılaştırmamız gerekirse bu durumun kent üzerinde ve dahası sizin üzerinde ne gibi bir etkisi var?
Burası bir metropol ve Kadıköy de bunun bir parçası. Böyle baktığımızda tabii ki düzenin yanısıra bir kaosun oluşması da kaçınılmaz. Ying-yang gibi, siyah-beyaz gibi. Düzen varsa kaos da var karşısında. Eskiden Kadıköy daha mı düzenliydi dersen daha sakindi diyebilirim. Şimdi o kadar sakin değil ama ben de o kadar sakinlik taraftarı bir adam değilim belli konularda. Doğrusu benim bir şikayetim yok Kadıköy’ün yeni halinden. Çok nostaljik bir durumum yok. Bizim jenerasyon bir araya geldiği zaman “Abi neydi eski Kadıköy?” der. Bunlara hiç girmeyelim diyorum. Ben hiç katılmıyorum çünkü. Şimdiki gençlik bana bizim dönemin- kinden çok daha iyi geliyor açıkçası. Daha özgürler, daha sağlamlar. E üretim devam ediyor zaten. Ben Kadıköy’ün genç yazarlarını, şairlerini, müzisyenlerini hep takip ediyorum zaten. Sağ olsunlar, yapıyorlar getiriyorlar. Manzarasından, boşluğundan söz edilirse işte yeşil alan kalmadı bu kötü ama diğer açılardan daha ileri bir noktada Kadıköy. Şimdi çok daha sosyal bir yapısı oldu. Geziden sonra bilinmeyen özellikleri ortaya çıktı. Çünkü esas direniş burada oldu. İnsanlar buradan gittiler. Herkesin dalga geçtiği çok da ciddiye almadığı gençlik kendini gösterdi. Ben zaten çok emindim böyle bir şey olmadığından. Doğrusu direnişin merkezinin de burası olduğu anlaşıldı. Bu tabii ki bir artı değer kattı Kadıköy’e. Burası bir verimli alan. O da havasın- dan suyundan aslında. O özgürlük ortamından. Yapı olarak değil ama hava olarak sakindir burası. Bu hava da insanı çok besler. Örneğin Taksime gittiğin zaman ilk bir karmaşayla karşılaşırsın. Buraya geldiğin zaman bir “Oh.” diyorsun. Onun için Taksim’de çaldığımız zaman deplasmana gidiyoruz diyoruz biz. Her jenerasyonun kendi anıları var burada ama bence nostaljiye gerek yok. Tanpınar’ın da bir sözü var bu konuda : “İstanbul semtleri her on senede bir değişirler ve böylece hayat devam eder.” diyor. Çok geçerli bir tespit bu. On senede bir çevre değişir. On sene çok belirleyici bir rakamdır birçok şeyde. Bir müzik grubu on senede bir işi bırakmalıdır. Bir ressam bu süreçte kırmızı dönemde mavi döneme geçer. Yeniliklere ayak uydurmak gerek. Yeter ki o özün havası değişmesin. Ne zaman ki bu özgürlük havası değişir, o zaman şikayetçi olmaya başlarız. Çok da muhafazakar olmaya gerek yok. Zaten yeterince muhafazakarlık var bu topraklarda. Uzlaşmayan bir bölge burası. Umarım da uzlaşmaz, iyi böyle muhalif.